AMED - Abdullah Öcalan’ın çözüm noktasında kesintisiz bir demokratik perspektifi olduğunu belirten Gültan Kışanak, “Bunu, Türkiye kamuoyu da, devleti yönetenlerde görüyor. Onun için her defasında devleti yönetenler Sayın Öcalan’ın kapısını çalıyor” dedi.
Kürt sorununun demokratik çözümüne dair tartışmalar, kamuoyunun en çok konuştuğu gündem olmaya devam ediyor. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin Meclis açılışındaki (1 Ekim) hamlesiyle başlayan tartışmalar sürerken, Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (DEM Parti) İmralı Heyeti, PKK Lideri Abdullah Öcalan ile 28 Aralık 2024 ve 22 Ocak 2025 tarihlerinde iki ayrı görüşme gerçekleştirdi. İlk görüşme sonrası Abdullah Öcalan’ın kamuoyuna açıklanan 7 maddelik çözüm perspektifinde ise, Meclis ve muhalefet partilerin rolüne dikkat çekildi.
Abdullah Öcalan’ın mesajlarını Meclis’te bulunan siyasi partilerle tartışarak, öneri ve değerlendirmelerini alan İmralı Heyeti, sonrasında İmralı’da ikinci görüşmeyi gerçekleştirdi. Diplomasi trafiği devam eden heyet, en son olarak da Federe Kürdistan Bölgesi’ne giderek, temaslarda bulundu. Tüm kamuoyu Abdullah Öcalan’ın İmralı’dan yapacağı çağrıya kilitlenirken, AKP iktidarı kayyım, gözaltı ve tutuklama politikalarıyla baskıları en hat safhaya çıkardı. İktidarın, Kürtler başta olmak üzere tüm muhalif kesimlere yönelik baskı politikası ise “provokasyon” olarak değerlendiriliyor.
Kürt sorununun çözümü için mücadele veren ve yıllarca tutsak kalan siyasetçi Gültan Kışanak ile siyasetteki gelişmeleri konuştuk.
Devlet Bahçeli’nin 1 Ekim’de başlayan ve sonrasında yaptığı çağrıyla yaşanan gelişmeler sürüyor. Kürt sorununda çözümün yeniden konuşulduğu bir süreçte AKP iktidarının kayyım, baskı ve gözaltı politikaları da sürüyor. Tabloya bakıldığında AKP ile MHP arasında bu süreçte anlaşmazlık olduğu belirtiliyor. Siz bu süreci nasıl görüyorsunuz?
Öncelikle Tayyip Erdoğan ve Devlet Bahçeli arasında bir görüş ayrılığı olduğuna pek ihtimal vermiyorum. Ortak planlamayı farklı veçhelerle yürütüyorlar diye düşünüyorum. Evet, kamuoyunda pratikte yaşadığımız sorunlar nedeniyle sanki aralarında bir görüş ayrılığı varmış gibi bir algı ortaya çıkıyor fakat bunun daha çok bir iş bölümünden kaynaklı olduğunu düşünüyorum. Sayın Devlet Bahçeli biraz daha kamuoyunda bazı tepkileri de kolay tolere edebilecek, bazı kesimlerinde tepkisini engelleyecek bir figür olarak olası gelişmelerle ilgili daha ön açıcı bir yerde duruyor. Sözünü buradan kuruyor. Fakat aynı zamanda da iktidarın yaptığı kötü uygulamaları, baskıları, gözaltıları ve kayyım atamalarını da bir yerde geri dönüp onaylıyor. O anlamda aralarında bir görüş ayrımı olduğunu düşünmüyorum. Çünkü sürecin karakteri de biraz bunu gerektiriyor. Yeni başlayan, adı konulmayan ama devam eden bir gelişme seyri olduğu içinde süreç dediğimiz durum şunu gösteriyor; bir taraftan bazı sorunları çözmek için bir diyalog kurulurken, bir taraftan baskı da maksimum düzeyde devam ediyor. Demek ki bu önümüzdeki sürecin temel karakteri böyle olacak. Biraz da taraflar kendi taleplerini kabul ettirmek için özellikle iktidar cenahı, kendi taleplerini kabul ettirmek istedikleri bir düzeyde sonuç elde edebilmek için baskı politikalarından çok vazgeçecek gibi gözükmüyor. Devlet Bahçeli ile Erdoğan arasındaki farklılığın, bu iki duruma denk düşen rollerden kaynaklı olduğunu düşünüyorum.
AKP’nin sürece karşı olduğunu düşünüyor musunuz?
Toplum büyük bir özlemle bir demokratikleşme bekliyor. Ancak devletin ve iktidarın, haklar, demokratikleşme temelinde bir şeyi konuşmak istemediğini düşünüyorum. Şimdi PKK’yi konuşmak istiyorlar, Kürt sorununu konuşmak istemiyorlar.
Toplum büyük bir özlemle bir demokratikleşme bekliyor. ‘Süreç’ derken herkes Kürt sorununun çözüleceği bir gelişme bekliyor. Temel hak ve özgürlüklerin sınırlarının genişleyeceği, baskının sona ereceği, ayrımcılığın ortadan kalkacağı, Kürt halkının kimliğinin kabul edileceği… Elbette bu bizim beklentilerimiz ve arzularımız. Hemen bunun gerçekleşmesini istiyoruz. Buna ters uygulamalarla karşılaşınca da görüş ayrılığı varmış gibi gözüküyor. Oysa bu süreci yürüten heyette yer alan Sayın Sırrı Süreyya Önder, ‘Barış ayrı, çözüm ayrı. Biz şimdi barış aşamasındayız’ diyor. Yani şu anda devletin, iktidarın; haklar temelinde, demokratikleşme temelinde bir şeyi konuşmak istemediğini düşünüyorum. Tam tersine orada mümkün olduğu kadar baskıyı artırarak, toplumu en aza razı etmeye çalıştıklarını düşünüyorum. Asıl konuştukları mesele; hem Rojava hem de PKK’deki silahların nasıl devre dışı çıkarılacağı konusudur. Siyasi dillerine baktığımızda bunu bir ön şart olarak öne sürüyorlar. Demokratikleşme ile ilgili hatta zaman zaman yüksek perdeden ‘Kürt sorunu yoktur’ gibi laflarda söyleniyor. Sadece konuşmak istedikleri mesele; silahların nasıl devre dışı bırakılacağı konusu… Fakat kamuoyu olarak silahların devre dışı bırakılmasıyla birlikte; ‘Daha iyi bir yaşama nasıl kavuşabiliriz?, Daha demokratik, özgürlükçü bir yaşam nasıl kurabiliriz. Yani Kürt sorunu gerçekte nedir?’ konuşmak istiyoruz. Bazılarının senelerdir söylediği gibi bir ‘PKK var’ bir de ‘Kürt sorunu var.’ Şimdi PKK’yi konuşmak istiyorlar, Kürt sorununu konuşmak istemiyorlar.
Kürtler neyi konuşmak istiyor?
Kürt halkı ve demokratik kamuoyu olarak Kürt sorununu konuşmak istiyoruz. Kürt sorununu konuşmalıyız. Onun için iktidarın genel politikasının toplumun beklentileriyle birebir örtüşmediğini düşünüyorum. Zaten bu da beklenemez. Daha baştan şöyle bir şey hayalcidir; hemen yarın sabah kalkacağız, bir hafta, bir ay içerisinde anayasa da değişecek, devletin pratikteki uygulamaları da değişecek, Kürt kimliği tanınacak, anadil üzerindeki bütün engeller kaldırılacak, Kürtlerin yönetime katılmasıyla ilgili sorunlarda ortadan kalkacak. Yarın sabah güllük gülistanlık ülkeye uyanacağız. Bu gerçekçi değil. Bunu istiyoruz ancak böyle oturup bir anlaşmayla halledilecek bir şey değil. Buraya giden yolu açmak önemlidir. Buraya giden yolu adım adım döşemek önemli. Evet, toplum bunu arzuluyor, olması gereken de bu ama bu çözülmediği sürece aslında fiili olarak silah sorunu da çözülmüş olmuyor. Bunu defalarca Türkiye denedi, defalarca silahları devreden çıkaracak yol ve yöntemler izlendi. 3-4 yıl silahların hiç kullanılmadığı, devre dışında kaldığı süreçler oldu ama demokratikleşme yolunda adımlar atılmayınca yeniden çatışma zeminine geri döndük. Dünyadaki örnekler de böyle. Bu nedenle daha çok çözümü konuşmalıyız.
Son 5 ayda önemli gelişmeler yaşandı. Siz de neredeyse yaşamınız boyunca bu meseleyle hemhal olan bir isimsiniz. Bu süreçte PKK Lideri Abdullah Öcalan ile iki ayrı görüşme oldu, mesajları, değerlendirmeleri ve önerileri oldu. Dünden bugüne Abdullah Öcalan’ın demokratik çözüm pozisyonunu ele alacak olursak, nasıl bir noktada duruyor?
Politik bir aktör olan Sayın Öcalan’dan başka kamuoyuna bu kadar açık olan başka bir aktör görmüyorum. Ne düşünüyorsa bunları yazıya döken, kitap olarak yazan, rapor olarak yayımlayan, konuşma ve röportajlarında söyleyen bir insan. Ne denir, deyim yerinde ise hiç karnından konuşan bir insan değil. Ne varsa, ne düşünüyorsa, nasıl bir gelecek arzuluyorsa, nasıl bir çözüm istiyorsa bunu her zaman kamuoyuyla çok açık, net konuşan, paylaşmaya gayret eden, ağır tecrit koşullarında dahi imkan buldukça görüşlerini paylaşan bir lider. O nedenle toplamına baktığımızda Türkiye kamuoyu da çok yakından biliyor. Bugünlerde yine yapılan röportajları yansımaya başladı. 1993’ten bu yana meselenin silah olmadığını, silahların kolaylıkla devre dışı bırakılabileceğini, asıl meselenin bu coğrafyada yaşayan halkların ve bu halklardan biri olan Kürtlerin de haklarının temin edilmesi, eşit yurttaşlar olarak yaşayabilecekleri, birbirlerinin haklarına, hukuklarına saygı gösterdikleri bir toplumsal düzen arzuluyor. Bunu söylüyor, bunun için sürekli politika üretmeye çalışıyor.
Sayın Öcalan’dan başka kamuoyuna bu kadar açık olan başka bir aktör görmüyorum. Kesintisiz şekilde demokratik perspektifi var. Bunu, Türkiye kamuoyu da, devleti de yönetenleri de görüyor. Onun için her defasında devleti yönetenler Sayın Öcalan’ın kapısını çalıyorlar.
O anlamda Sayın Öcalan’da kesintisiz şekilde demokratik perspektif var. Bunu, Türkiye kamuoyu da, devleti de yönetenleri de görüyor. Onun için her defasında devleti yönetenler Sayın Öcalan’ın kapısını çalıyorlar. Çünkü böyle bir perspektifi var. Geçenlerde dönemin Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan, bir televizyon kanalında sunucu arka arkaya olumsuz sorular sorunca ‘1999'da Öcalan yakalandı. Ondan sonra yaptığı açıklamalar var, 'yeni bir sürece geçmemiz' lazım diyordu. Demokratik konfederalizmden bahsediyordu. Adamın en tükendiği andaki önerdiği şey. İnsanlar buna inanmaya başladı’ dedi. Onun için sürekli çözüm odaklıdır. Demokratik çözüm perspektifine sahiptir. Sayın Öcalan sadece Kürtlerin değil tüm halkların kimliklerini, kültürlerini, inançlarını özgürce yaşayabilecekleri eşitlikçi toplum tahayyülünü sürekli kamuoyuyla paylaşmıştır. Kürt sorununun çözümünü de bu perspektif üzerinden tartışıyor. Şimdi de yine kamuoyuna yansıyan iki görüşmede ki görüşlerinden görüyoruz ki ‘Ben bu işi çözerim’ diyor. ‘Çözülmesi gerekiyor’ diyor ve ‘Demokratik dönüşüm ile çözebiliriz’ diyor. Bu konuda yapılmayacak bir şeyden bahsetmiyor aslında. Türkiye’de aslında kime sorsan herkes der ki; ‘Demokrasi olsun, barış olsun, haklar kullanılsın.’ Ama zihniyeti böyle değildir çünkü pratiği farklıdır. Geri döner başka şeyler yapar. Ortalama herkesin kabul edebileceği bir perspektiften çözüm üretmeye çalışıyor. O nedenle bu yeni süreçte de çok ön açıcı fikirlerle toplumun tüm farklı kesimlerini çözüm konusunda harekete geçiren, motive eden, cesaret veren, sorumluluklarını hatırlatan bir profille karşı karşıyayız. Son 3 görüşmeden ortaya çıkan bu. Herkese diyor ki; ‘Daha iyi yaşamak sizin de hakkınız. Bunu elde etmek için buyurun hep beraber çalışın, konuşun, iyi bir çözüm üretin’ diyor. Hani, ‘Siz orada kalın ben sizi kurtaracağım’ diyen bir lider profili yok. Toplumu, halkı, tüm toplumsal kesimleri çözümün bir tarafı, paydaşı yapmak isteyen bir yaklaşım var ortada.
Bilindiği gibi 2013-2015 yılları arasında tarihi bir dönüm noktası yaşandı. Dolmabahçe Mutabakatı aynı yerde duruyor. Dün bu fırsat kaçırıldı, devlet aklının durduğu nokta itibariyle toplumda temkinli bir hal var. Bu fırsat kaçılırsa ne olur?
Şöyle bir tespit yapabilirim. Devlet denilen yapı, aygıt ve iktidar, aslında bir parça çözümden korkuyor gibi. Ama diğer yandan gelip artık kapıya dayanmış ve çözülmezse başka kriz alanları yaratabilme potansiyeli de taşıyan bir sorunun çözülmesi gerektiğini düşünüyor. Fakat demokratik çözümü konuşmaktan ürken bir hal var. 2013-2015 sürecine ilişkin çok çeşitli analizler yapılabilir. Çünkü üzerine ciddiyetle durulması, birçok boyutuyla ele alınması gereken bir süreçti. Ama önemli ayaklarından birisi de şuydu; her şey konuşuluyor ama demokratikleşmeye geldiğinde orada bir tıkanıklık çıkıyor. Demokratikleşmeyi konuşmaktan korkan, bundan imtina eden ya da bunu bir tavizmiş gibi gören bir yaklaşım var.
Bunu biraz daha açar mısınız?
Türkiye’de yaşayan herkes bilmeli ki demokratikleşme bir taviz değildir. Yani 21’inci yüzyılda insanların elde ettiği toplam değerlerdir ve biz bu değerlerden yararlanmak istiyoruz. Şu anda o kadar ilkel bir durumdan bahsediyoruz ki; vatandaşlık haklarını konuşuyoruz, seçme seçilme hakkını, basın hürriyeti, ifade ve düşünce özgürlüğünü, gösteri ve toplantı yürüyüşlerini, anadil hakkını konuşuyoruz. Bütün bunlar aslında demokratik değişim seyrini izleyen toplumlar açısından geride bırakılmış konular. Biz bunu yakalamaya çalışıyoruz. Oysa dünya yeni haklar üzerinden yeni şeyler konuşuyor. Türkiye gerçekten artık bu geri kalma halini aşmalı. Bu bir pazarlık, taviz, bir al-ver meselesi değil. Bundan ürkmemesi gerekiyor. Şimdi PKK olmazsa biz anadil meselesini konuşamayacak mıyız? Ya da silahlar olmazsa basın özgürlüğünü, seçme seçilme hakkını, kayyım atamalarını konuşmayacak mıyız? Bunlar olması gerekenler, pazarlık konusu değildir. Bunlar asgari demokratik kriterlerdir ve demokratik dünyanın, toplumların büyük ölçüde çözdüğü konulardır. Türkiye’nin hala bunlarla uğraşması çok büyük bir problemdir. Bu bakış açısının problemli olduğunu düşünüyorum. Demokratik haklar konusunda konuşmaktan korkmak, ürkmek, imtiha etmek, mesele oraya gelince masayı terk etme gibi durumları devlet aklının aşması lazım. Belki yüzyıl önce bu bir taviz olarak görülebilirdi ama bugün artık bu bir taviz değil, gündelik hayatın sağlıklı bir şekilde yürüyebilmesi için asgari olması gerekenlerdir. Bu birinci problem…
Kürt sorunu iktidar hesaplarına, üç beş tane oya heba edilebilecek bir sorun değil. Vebali, vicdanı çok ağır. ‘Siyasi rekabeti lütfen Kürt sorununun dışına çıkartın’ diye bir tutum almamız gerekiyor.
İkinci problem alanı da şu: Devlet dediğimiz şey yekpare değil. Türkiye’de, ta İttihat Terakki’den bu yana, Cumhuriyetin kuruluş sürecinde yer alan farklı ana damarlar var. Osmanlıcılar, İslamcılar, ulusalcılar, Turancılar gibi 4’lü grup halinde İttihat Terakki arasındaki tartışmalar yürüyor. Onlar ana akım olarak bence hala izlerini devlet yapılanması içinde sürdürüyorlar. Orası bir koalisyon, koalisyonun da birbirleri ile rekabet hali var. Maalesef o rekabet hali Kürt sorununun çözümünde bize olumsuz yansıyor. Birinin yapmak istediğini bir diğeri bozmak istiyor. Mesela şu anda en çok konuşulan şey; ‘Kürt sorunu çözülürse bundan AKP’mi yararlanır?’ Bu sorulacak soru değil aslında. Kendi aralarındaki rekabet bu soruyu sordurtuyor. Ya da işte DEM Parti ile CHP ‘Kent Uzlaşısı’nda bir araya geldi. Bazı il ve ilçelerde yerel seçimde ittifak yaptı ve bunu sorun olarak görüyorlar, mahkemede yargılıyorlar. Orada Kürtleri yönetime getirmek için ittifak yaptıklarını söylüyorlar. ‘CHP mi Kürt sorununu çözecek? O mu nemalanacak, o mu iktidara gelecek’ diye maalesef devlet içindeki kliklerin siyasi rekabeti Kürt sorununun çözümü açısından büyük bir problem alanı yaratıyor. Artık Kürt sorununu araçsallaştırmamak lazım. Kürt sorunu iktidar hesaplarına, üç beş tane oya heba edilebilecek bir sorun değil. Vebali, vicdanı çok ağır... Bu ülkede insan maliyeti de, ekonomik maliyeti de son derece ağır bir süreç yaşadık. Artık bu çatışmalı süreci sonlandırmak ve Kürt sorununu demokratikleşme ekseninde çözmek istiyoruz. Siyasi rekabet ondan sonra yine devam eder. Bu siyasetin gereğidir. ‘Siyasi rekabeti lütfen Kürt sorununun dışına çıkartın’ diye bir tutum almamız gerekiyor.
Kürt sorununun çözümünün Abdullah Öcalan’ın tariflediği siyasi ve hukuki zemine taşınması için neler yapılmalı?
Herkes ‘Kürt sorunu benimde sorunumdur derse’, bulunduğu yerden sorunun ne olduğunu, ne olmadığını, nasıl çözüleceğini kendine dert edinirse, siyasal aktörler de, STÖ’ler de sorumluluk alırsa o zaman sorunu çözebiliriz. Kürt sorunu sadece Kürtlerin sorunu olarak kaldığı sürece çözülemiyor. Ya da Kürt sorunu sadece politikleşmiş ve örgütlü bir Kürt yapısının sorunu olarak kaldığında da çözülemiyor. Çünkü biliyoruz ki; Kürt sorunu Türkiye’deki bütün demokratik hak ve özgürlükleri geriye çeken ve herkesin gündelik hayatını doğrudan ya da dolaylı etkileyen büyük bir problem. Belki Kürtler açısından daha yaygın acılar, travmalar, tutuklamalar, ölümler olarak bakılabilir. Türkiye’nin batısında biz uzun zamandır toplantılar yapıyoruz, anlamaya çalışıyoruz. Misal oradakiler diyor ki; ‘Savaş bize çok uzak’ oysa savaş onların gündelik hayatının içerisinde bunun farkında değiller. Bugün İstanbul’da kayyım atanabiliyorsa; bu Kürt sorunun İstanbul’a taşınmış halidir. Artık Türkiye’de hiçbir yer Kürt sorunundan uzak bir yerde değil. ‘Kent Uzlaşısı’ bir sorun yapılırsa Türkiye’nin bütün batısı Kürt sorunu alanına dönecek. Çünkü birçok ilde artık Kürt nüfusu, Kürt illerinden neredeyse daha fazla… Kendi kimliğiyle siyaset yapmak arzusunda olan Kürt halkı batıda ya AKP ile ya CHP ile ya öbürüyle ittifak ederek, yönetime katılmak isteyecek. Bunun yönetime katılması bir sorun olarak görülüyorsa demek ki; Kürt sorunu artık herkesin sorunudur. Türkiye tarihinin en ağır ekonomik krizi yaşanıyor. Bunun en önemli nedeni Kürt sorununda dayatılan çözümsüzlük politikasıdır. Burada çözümsüzlük dayatıldığı için Suriye’nin içine bu kadar müdahil olundu. ‘Kürtler bir otonom bölge kazanırsa bizi de böler’ diyen bir yaklaşımla, bütün gücünü Suriye’nin içişlerine karışmak için harcadı. Herkes sadece mülteciler olarak konuşuyor ama bu daha işin çok az kısmı. 15 yıldır Suriye’de yürüyen bütün bu kargaşanın lojistiğinden, eğitiminden, donatımından orada siyasi etki yaratmaya, diplomasinin gücünü oraya kullanmaya kadar Türkiye bütün diplomatik, ekonomik, askeri ve istihbarat gücünü orada bir Kürt oluşumunu engellemek için kullandı. Bu çok büyük bir maliyettir.
Onun için Kürt sorunu dediğimiz sorun öyle sadece Kürt illerinde yaşayan politikleşmiş bir grup Kürt’ün sorunu değil, bütün bir Türkiye’nin gündelik hayatını etkileyen ve daha iyi yaşamasının engel haline gelen, demokratikleşme konusunda sorunlarımızı çözmemizde korku alanı olarak örgütlenen bir hal var. Yıllarca ‘Seçim barajı kaldırılmamalı’ deniliyordu ne oldu? Kürtler barajı aşınca bu defa yüzde 7’ye düşürdüler. Birçok konuda, düşünce özgürlüğü konusunda bu kadar baskı yapılmasının bir nedeni de Kürtler de bundan yararlanır anlayışı. Gösteri yürüyüş hakkının bu kadar kısıtlanması Kürt sorunu nedeniyle önce Kürtlere uygulandı şimdi Türkiye’nin tamamına uygulanıyor. Senelerdir bu ülkenin işçileri grev hakkını kullanamıyor. Burada bizim şunu anlatmamız lazım. Bir; Kürt meselesi sadece Kürtlerin meselesi değil, hepimizin meselesidir. İki; çözüm de sadece Kürtlerin derdi değil, hepimizin derdidir. Hep beraber bulunduğumuz yerde kadın çalışmalarında, sendikalarda, hak örgütlerinde, basında, hayatın her alanında Kürt sorununun çözümüne dair politika üretmek, sürece dahil olmak, kendimizi çözümün bir tarafı haline getirmemiz lazım.
Kürtler bu sürece nasıl bakıyor?
Kürtler tarihten büyük dersler çıkarmış bir topluluk. Ben çocukken ‘Kürtler birlik olamadı’ diye konuşulurdu. Gündelik hayatta herkes bunu duymuştur. Kürtlerin artık parçalı bir duruş sergileyeceğini düşünmüyorum. Sayın Öcalan’ın yapacağı çağrıya dair PKK’den, arkasında duracaklarına dair net açıklamalar var. Çok farklı kesimlerde de bu refleks var. Beraber hareket edildiğinde bir eksik, hata olsa o zaman düzeltilmesi daha kolay olur. Bunu Kürtler biliyorlar. Çözümü ilerletmek ve demokrasinin önünü açmak için Kürtlerin birlikte hareket edeceklerini düşünüyorum.
Kürt sorununda barışçıl, demokratik çözüm tüm Ortadoğu’da çözümün ve barışın anahtarıdır. 21’inci yüzyılda küresel güçlerin halkları çatıştırma hevesleri varsa; bunu boşa çıkarmak için en önemli konu Kürt-Türk tarihsel ittifakını kurmaktır.
*Ortadoğu’da da savaş hali derinleşiyor. Tehlikeler var, Bahçeli de bu çağrıları yaparken bu tehlikelere dikkat çekmiş ve Türk-Kürt kardeşliğinin önemine vurgu yapmıştı. Abdullah Öcalan da, 7 maddelik çözüm perspektifinde buna vurgu yaptı. Ortadoğu’nun içine girdiği çıkmazda, Kürt-Türk ittifakı nasıl bir önem taşıyor?
Somut bir durum var. Bu somut durum Suriye’dir. Şam’da bir yönetim kuruluyor ve bütün dünya bu rejimin kapsayıcı olup olmayacağını konuşuyor. Suriye’de herkes ‘Huzurun olabilmesi için kapsayıcı bir yönetim anlayışı olmalı’ diyor. Herkes kapsayıcı olması noktasında hem fikirdir. Kuzey ve Doğu Suriye’de Kürtlerin ve QSD’nin tasfiyesi üzerine bir dayatma olması durumda istikrarın gelmeyeceğini herkes biliyor. Suriye’de 2011’de çatışmalar başladı ve halkı dünyanın dört bir yanına dağılmış bir devletten bahsediyoruz. Görece istikrarlı, eğitim, sağlık, asayişin olduğu bir yapılanma kurulmuş. Bunu yeni kurulan yapı ile buluşturmak, ondan yararlanmak yerine tasfiye dayatılırsa çatışmaların büyümesi ihtimali çok yüksek. Suriye’deki Kürtler, ortak bir gelecek, her zaman birlikte bir yaşamı işaret ediyor. Türkiye’nin bunu görmesi lazım. Türkiye’nin çatışmalardan kaçınmak için iki tarafı da dinlemesi gerek. İsrail bölgede yayılıyor. Gazze’nin boşaltılmasından bahsediliyor. Savaşın İran’a sıçraması konuşuluyor. Potansiyel bir çatışma riski var. Ortadoğu hem küresel hem de yerel aktörlerin eliyle her an savaşların olabileceği bir coğrafya. Herkes burayı karıştırmak istiyor. Dört ülkenin sınırları içinde yaşayan Kürtlerle barışmayı esas alan politik bir perspektif, bölgedeki barışın harcı anlamına gelecektir. Kürt sorununda barışçıl, demokratik çözüm tüm Ortadoğu’da çözümün ve barışın anahtarıdır. Bu anahtarın doğru kullanılması gerek. Kürtlerin büyük bir nüfusu Türkiye’de yaşıyor. Türkiye’deki Kürtlerin Irak ve Suriye’deki Kürtlerle akrabalık ve ciddi ilişkileri var. 21’inci yüzyılda küresel güçlerin halkları birbiri ile çatıştırma hevesleri varsa bunu boşa çıkarmak için en önemli konu Kürt-Türk tarihsel ittifakını kurmaktır.
Tüm bunlarla birlikte CHP özelinde muhalefete dönük baskılar arttı. İmralı Heyeti’nin ziyaretlerinde olumlu açıklamalar geldi ancak sonrasında gündemine almayan bir durum söz konusu. Tam da bu süreçte muhalefete nasıl bir görev ve sorumluluk düşüyor?
Geçen ‘çözüm süreci’nde muhalefet partileri topyekun sürece karşı çıktılar. Bugün MHP’nin iktidar ortağı olması ve bu sürecin içinde olması önemli olan bir engelin aşılmasına fırsat sunuyor. Ana muhalefet partisi CHP, kendini Türkiye’nin kurucu partisi olarak tanıtıyor ve büyük bir kesime hitap ediyor. CHP’nin de bu süreçte yapıcı bir rol alması, çözüm için politika üretmesi gerekiyor. Bir siyasi rekabet var ama Kürt sorunu gibi vebali büyük bir sorunda bu rekabet bir yana bırakılmalı. Şöyle düşünülmeli; daha fazla çözümsüzlük üzerine rekabet etmek yerine çözüm üzerine rekabete girilmeli. Muhalefet partileri her zaman iktidara karşı ‘Onlar samimi değil, daha öncede bunu yaptılar, yine aynısını yapacaklar’ diyorlar. Velev ki; bunlar doğru o zaman muhalefet partilerinin çıkıp, ‘Bunun için eksik görüyoruz. Kürt sorunun çözümünün toplumsal olarak benimsenip, desteklenmesi için bende buradayım’ demesi gerek. Muhalefet partilerinin bu sürece yapıcı bir şekilde dahil olması son derece önemli.
CHP’den bazı önemli açıklamalar geldi. Sadece açıklamalar yeterli mi? CHP nasıl bir pozisyon almalı?
Kürt sorunu gibi büyük, devasa, katmanlı, tarihsel ve duygusal yükü ağır olan bir mesele de ancak kapsayıcı bir yaklaşımla çözüm üretebiliriz. Bu nedenle siyasi partilerin bilgilendirilmesi, sürece dair onlardan da görüş istenmesi önemliydi. Bunun sürdürülmesi gerek. Güncel sıkıntılar bunun önüne geçmemeli. Son derece zor günler yaşadık ve yaşamaya devam ediyoruz. Baskı var, otoriter bir yönetim var, her gün birileri gözaltına alınıp, tutuklanıyor. Kayyımlar atanıyor. CHP için büyük bir sorun ve mücadele alanına dönüştü. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanı’na siyasi yasak mı gelecek? CHP, bunun önüne nasıl geçebiliriz diye politika yapmaya çalışıyor. Bir siyasi parti olarak CHP’nin öncelemesi gereken kendi gündemleri ama bunu yaparken; Kürt sorununda pozitif, aktif bir aktör olmaktan imtina etmek, bunu gündeminden çıkarmak durumuna düşmemeli. CHP Genel Başkanı Özgür Özel, başlangıçta önemli birkaç söz söyledi. Bu sözlerin altı doldurulmalı. Özgür Özel, ‘Kürtler, sorunum vardır dediği sürece benim içinde Kürt sorunu vardır’ demişti. Bu çok önemlidir. Bu ‘Kürtleri dinleyeceğim, ne sorunlarını olduğunu onlar bana anlatacak’ demektir. Özgür Özel, ‘Eşitlik temelinde sorunu çözeceğiz’ demişti. Eşit yurttaşlık tartışmalarını başlatabilir, bu son derece önemli. Bunun altını dolduran çalışmalar yapılmalı. CHP, ‘Türkiye’de ayrımcılık ve eşitlik sorunu’ gibi eşitsizlikler üzerine çalıştaylar yapabilir. Bütün muhalefet partilerinin bu konuda politika üretirken, geri dönüp kendi toplumsal tabanlarını dönüştürmeleri gerek. Toplumsal tabanlar şuana kadar kutuplaşma üzerine şekillendi. Kürt sorunu silah sorununa indirgendi. Türkiye’de ortalama sorsan ‘Kürt sorunu nedir’ diye ‘Silahlardır’ denir. Oysa biz biliyoruz ki; Kürt sorunu o değil, ondan ibaret değil. Kürt sorunu bu ülkenin yurttaşlarının yurttaşlık haklarını dahi kullanamamaları sorunudur. Bunları konuşmalıyız. O nedenle muhalefetin çok büyük bir sorumluluk altında olduğunu ifade etmek istiyorum.
Çatışma ve savaşlarda en çok kadınlar bedel ödüyor. Kürt sorununun çözümsüz bırakılması konusunda kadınlar hem büyük bir bedel ödedi hem de Kürt sorunun çözümü için yıllardır mücadele ediyor. Kürt sorunun çözümü kadınlar açısından ne anlama geliyor? Kadınlar bu sürecin neresinde?
22-23 Şubat’ta İstanbul’da ‘Kadın Barış Çalıştay’ı toplanacak ve kadınlar iki gün boyunca bu süreci tartışacaklar. Bu süreçte kadınlar olmadan kalıcı bir barışı doğru temellerde inşa etmenin mümkün olmadığı bilinciyle bir kadın inisiyatifi açığa çıkacak diye düşünüyorum.
Kadınlar aslında bu konuyu çok daha erken konuşmaya başladı. Erkekler belki Devlet Bahçeli’nin 1 Ekim’de ki el sıkışma jesti ve sonrasındaki açıklamaları vesilesiyle açılan yoldan ilerleyerek, konuşmaya başladılar ama kadınlar daha uzun zamandır bu konuyu konuşuyorlar. Aslında Türkiye’de kadınların ‘ortak barış mücadelesi’ konusunda epeyce de bir birikimi ve deneyimi var. Uzunca bir zamandır kadınlar bunları konuşuyor. Geçmiş deneyimlerini yeniden hatırlamak, günümüzün koşullarına ilişkin neler yapabiliriz meselesini uzun uzun tartışıyorlar. İzmir, Mersin, İstanbul’da, Ankara’da, Amed’de kadın buluşmaları yapıldı. Hatta bir grup feminist kadın Colemêrg’e kadar gitmiş ve beraber ne yapabiliriz diye tartışmalar yürütmüştü. Tüm bunlarda şöyle bir kadın iradesi ortaya çıktı. Biz bunu böyle farklı farklı toplantılarda konuştuk, fikir üretmeye çalıştık ama hep beraber bir araya gelelim, bu konuyu tartışıp buradan kadınların barış konusunda politika üretecekleri ve bunu barışın inşa sürecinde adım adım uygulayabilecekleri, barış talebini toplumsallaştırabilecekleri bir çalışmayı ‘nasıl örgütleriz’ diye birlikte tartışma kararı aldılar. 22-23 Şubat günlerinde İstanbul’da ‘Kadın Barış Çalıştay’ı toplanıyor. Kadınlar 2 gün boyunca bu süreci tartışacaklar ve bu süreçte kadınlar olmadan kalıcı bir barışı doğru temellerde inşa etmenin mümkün olmadığı bilinciyle bir kadın inisiyatifi açığa çıkacak diye düşünüyorum.
Geçen 10 yıllık süre içerisinde toplumun çok farklı kesimleri ağır baskılar altında kaldı. Kadınlarda bu baskı dalgasından epeyce nasiplerini aldılar. Kadın siyasetçiler tutuklandı, kadın kurumları kapatıldı, kadın kurumlarına yönelik soruşturmalar açıldı, kadın eylem ve etkinlikleri yasaklandı, İstanbul Sözleşmesi’nden imza geri çekildi. Kadınların bazı kazanılmış haklarına yönelik hamleler yapıldı. Kadına yönelik şiddet arttı, kadın cinayetleri daha vahşi ve travmatik şekilde artmaya başladı. Kadınların toplumsal hayata katılmaya yönelik engeller çoğaltılmaya çalışılıyor. Kadını sadece aile içine sıkıştırmaya çalışan iktidar yaklaşımı var. Yine kadının ekonomik hayata katılması daha da zorlaşıyor. İnanılmaz sorun alanlarımız var. Bunları tek tek konuştuğumuzda; ‘Biz biliyoruz aslında kadına yönelik şiddetin, ayrımcılığın, kadın yoksulluğunun bu kadar derinleşmesini bir şekilde doğrudan yada dolaylı olarak etkileyen bir Kürt sorunu var. Bir savaş politikaları sorunu var. Biz onun için savaşa karşı barışı, ölüme karşı yaşamı, baskı ve otoriteye karşı da özgürlükleri ve demokratikleşmeyi savunuyoruz’ dediler. Bunun için kadınlar açısından politik perspektif olarak Kürt sorununun çözümü, demokratik dönüşüm ve barış meselesi ilkesel bir mücadele konusu halinde ve ben kadınların güçlü bir çıkış yapacağına inanıyorum.
MA / Müjdat Can